17.11.15

Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı


Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu Dünya Kardeşlik Birliğ’i kendilerine uzaydan, planetten kutsal bir kitap geldiğine inanan bir grup… Bu gurubun en çarpıcı özelliği ise kendilerince inandıkları kutsal kitap olan “Bilgi Kitabı”. İnanışlarına göre bu kitap günümüze kadar gelmiş olan bütün kutsal kitapların üstünde olan tek bir kitap.
Grubun kurucusu olan Bülent Çorak adlı kadın, vakıf üyelerince peygamber olarak kabul ediliyor. Türkiye'nin önemli tüm illerinde ve Almanya, İngiltere, ABD, Avustralya'da örgütlüler. Sayıları on binlerle ifade ediliyor. Üyeler birbirlerini taşıdıkları çantadan tanıdıklarını söylüyor. Bu çanta içine koydukları “fasikül” olarak adlandırılan kitabı el altından dağıttıkları biliniyor. Kitapta yazılana ve söylenenlere göre bu kitap uzaydan gelen Yüce Rab tarafından Bülent Çorak’a verilmiş.

Hz. Muhammed ile eşdeğer

Bağdat Caddesi’nde kurulan vakıf, kurulduğu günden itibaren gizli kapaklı bir yapılanma yürütüyor. Her yıl 1 Kasım’da toplanan 81 il temsilcisi, en az 80 TL giriş ücreti ödüyor... Temsilciler devlet adamları ile görüşüp sanatsal etkinlikler düzenliyor. Başkan Çorak, yazdığı Bilgi Kitabı ile kutsal kitapların devirlerinin sona erdiğini iddia ediyor. Kendisini peygamber ilan eden Çorak, Mevlana’nın yeryüzündeki bir yansıması olduğunu söylüyor. Vakıfta karşılaştığımız en ilginç görüş ise Mustafa Kemal Atatürk’ün Hz. Muhammed ile eşdeğer görülmesi. Türkiye’yi ise kıyamet gününe ışık tutacak ülke olarak görüyorlar.

Atatürk de UFO

Dinsel özellikler taşıyan Bilgi Kitabıyla Dünya Kardeşlik Birliği’nin büyük bir hızla yayılmasında Atatürkçülük önemli bir noktada yer alıyor. Bilgi Kitabında, "MUSA - İSA - MUHAMMET MUSTAFA - MUSTAFA KEMAL” i uzaylı olarak gördüklerini ve evrenimize gönderilen sistem kurucuları olduklarını açıkça ortaya koyuyorlar. (Fasikül 24, s. 216).
Kitabın bir başka bölümünde de uzaylıların istila edeceği korkusuna düşülmesin diye yüreklere su serpiliyor ve şöyle deniyor: “Bizler hiç bir zaman planetinize zorla el koyarak zorba bir düzen getirecek sistem tatbikçileri değiliz. SİSTEM RABBİMİZİN SİSTEMİDİR. Siz yine kendi düzeninizi kendiniz kuracaksınız. Ancak planın öngördüğü doğrultuda (Ata'nız gibi). O yüce bir görevli ve planın öz elemanı olarak yaptığı reformik yansımalar ile Anadolu insanını kendine kazandırmıştır. Bu yüzden ATATÜRK TÜRKİYESİ, büyük koruma altındadır" (Fasikül 27, s. 241). Burada da açıkça görülüyor ki Türkiye bu inanışın önemli bir noktası olarak görülüyor.
Bütün bu mesajlar doğrultusunda her 1 Kasım’da toplanan vakıf o yıl içerisinde dünya barışına ve planete hizmet verdiğini düşündükleri ünlülere ödüller veriyorlar. Geçmişte ödül alan kişilere baktığımızda “ Sezen Aksu, Barış Manço” gibi kamuoyuna yakın kişileri görebilmekteyiz.


 Toplu İntiharlara Neden Olabilir

Marmara Üniversitesinde vakfı araştırmak için oluşturulan komisyonda. Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz, Prof. Dr. Mustafa Öz ve Prof. Dr. İlyas Çelebi, bir komisyon oluşturarak ‘Bilgi Kitabı’ hakkında rapor hazırladı. Bu raporda Din mensuplarının tahkir edilerek kitabın kutsallaştırılmaya çalışıldığı ifade edilmişti.
Bu komisyonda çıkan kararda 1997 yılında ABD’de yaşanan, Heaven’s Gate tarikatının gerçekleştirdiği toplu intihar ihtimaline yer verilmişti.

Bilgi Kitabı ve Açılan Davalar

Dernekle yaptığımız görüşmeler sonucunda Bilgi Kitabı’nın kitabın kendisine ulaşamasak da bir fasiküle ulaşabildik. Bu fasikülde de açıkça belirtilen kitabın tüm kutsal kitapların birleşimi olduğu yönünde. Kitap bu yönüyle çok ilahi bir kitap gibi görünse de açıkça görülüyor ki insan eliyle yazılmış bir kitap. Bu soruyu da kendilerine ilettiğimiz de Başkan Çorak’ın aracı olduğunu ve tabi ki de onun yazdığını söylediler. Ki kitabın bu özellikleri yüzünden vakıf hakkında vakıf yöneticilerinin yeni bir din yaratma çabası içinde oldukları ve vakıf başkanı olan Bülent Çorak’ın kendisine bazı kisveler yakıştırdığını, insanları kendi kurduğu din çatısı altında birleştirmeye çabaladığı iddiaları üzerine onlarca dava açılarak vakıfın kapatılmak istediğini de öğrendik. Ancak bütün bu davalar beraat ile sonuçlanmıştır.
Altın Çağın, Altın Kitabı olarak gördükleri Bilgi Kitabı’nda karşılaştığımız başka bir durum da çok fazla bilinmedik ve kendi aralarında kullandıkları bir dil içermesiydi. Bu şekilde de kitabı ve vakfı çekici hale getirmeye çalıştıkları düşüncesinden kendimizi alamadık.
Birçok bilinmedik isimleri de içinde barındıran kitap aslında fantastik bilim kurgu kitaplarından uzak değildir. Örneğin fasiküllerde sürekli adı geçen Kaptan Rivier dünyamıza sürekli mesajlar gönderen birisidir. Ancak akıbeti bilinmemektedir ve bir gizem oluşturmaktadır.
Vakıf aynı zamanda kendilerini kapalı bir oluşum olarak da adlandırmakla beraber ülkenin dört bir yanında el altından fasikül dağıtmaya çalışmaktadır. Bu yüzdendir ki Vakıf başkanına ulaşmak neredeyse imkânsızdır.
Sonuç olarak, kaynağı ister uzaydan, UFO’dan ister kutsal kitaplardan olsun inanç, ibadet ve iman, varoluş sorgusu içindeki insanın kendini arayış ve anlamlandırmasının bir sonucu olarak tarikatları ve buna benzer vakıfları doğurmaya devam edecek ve aynı zamanda maddi ve manevi açıdan sömürülmesi için bir kapı açacaktır. İnanç sömürüsü günümüzde olduğu gibi gelecekte de süreceğini böylece göstermektedir. Bu aşağıdaki fotoğraf da aslında her şeyi gözler önüne sermektedir:




15.10.15

Kin-Dza-Dza (bir garip bilimkurgu)

Geçtiğim vize haftası döneminde, çok başarılı olduğunu düşündüğüm bir bilim kurgu filmi izledim. Tabi bilim kurgu deyince aklınızda hemen ışıklı, sesli, efektli filmler gelmiş olacaktır fakat bu film öyle değil. 1986 Sovyet yapımı, Sovyet sinema tarihinde kült bir film olan Kin-Dza-Dza efektlerden uzak bir şekilde nasıl bilim kurgu yapılacağının bir örneği aslında. 

Yönetmen Goergy Daneliya aynı zamanda mimar olduğundan ötürü film içerisinde kullanılan her bilim kurgu ögesi kendisi tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiş, böylece pek de efektte ihtiyaç duyulmamış. Galiba film açısından en çok ilgi çeken kısım bu sayılabilir ancak konusunda pek tabi güzel; Film Sovyetler Birliği'nde çok sıradan bir günde başlıyor. İş dönüşü ekmek ve makarna almaya çıkan fabrika fabrika işçisi  Vlademir Nikalyeviç (vovo amca) ile gürcü bir taşralı ve konservatuar öğrencisi adayı olan Gedevan Aleksandryeviç (Skipatch)  uzaydan geldiğini ; iddia eden bir adamın yardım çağrısına kulak verirler.



Adamın elinde bir transfer saati vardır ve gezegenine gidebilmek için onlardan koordinat ister fakat kahramanlarımız buna inanmadıkları için adamın elindeki transfer saatini kurcalayıp  birden kendilerini Pluk adlı gezegende bir çölde bulurlar.

Vardıkları gezegen çok ilginç bir yerdir daha önceleri denzilerini ve tüm doğasını yitirmiş çölden ibaret bir gezegendir. Kahramanlarımız ilk etapta uğradıkları şokla beraber başka bir gezgende değil de gobi çölünde olduklarına inanırlar. Ancak bir süre sonra karşılarına değişik bir biçimde uçan bir cisim gelir ve işin aslının çok farklı olduğu anlaşılır.



Bu insan görünümündeki gezegen sakinleri telepatik birtakım yeteneklere sahiptirler ve kullandıkları dil oldukça ilginçtir. Konuştukları dil 5 kelimeden ibarettir. Ve bu birkaç özel kelime dışında sadece her şeyi karşılayan “kuu” ve “kyo” kelimelerini söylerler. Yani sıradan bir günde “kuu” dışında pek bir kelime kullanıldığı söylenemez. 


tablo: Pluk Sözlüğü

Bu noktada ilgimi bir hadise çekiyor galiba yönetmeninde gözümüze soktuğu şey bu. Taşralı kahramanımız gezegen sakinleriyle iletişim kurabilmek için 3 farklı dil deniyor sırasıyla Fransızca, İngilizce ve Rusça hatta bir yerde Türkçe bile deniyor. Taşralı olmasına rağmen böylesine eğitim alabilmiş olması Rus olmadan da taşrada bile sınıflı bir gelişmişliğin üzerine düşündürtüyor film. 

Gezegende insanlar “çatlanyalılar” ve “patsaklar” olarak iki ana sınıfa ayrılmışlardır. Çatlanyalılar gezegenin asıl sahibi kabul edilir. Aralarındaki tek fark ise üzerlerine tutulan küçük bir aletin gösterdiği ışığın turuncu veya yeşil renkte olmasıdır. Ayrıca giyilen pantolonun rengi de kişilerin sosyal statüsünü belirler. Bunlar Yeşil ve sarı pantolonlardır.



Pluk’da özel bir kelimeyle tabir edilen kibrit en değerli şey. Örnek verecek olursak kahramanlarımızın dünyaya geri dönüş yolunda en çok işlerine yarayan şey kibrit oluyor. Öyleki kibritin yarısıyla bir gravitsapa alıp pepelats’a binebiliyorsunuz. 

Film boyunca gözüme en çok çarpan şey ise haliyle kast sistemi oluyor filmde de yer yer dünyadaki kast sistemine göndermeler yapılıyor ve sınıflı bir gelişmişliğin mümkünlüğüne değinildiğini görebiliyorsunuz. Ancak önerim filmi izlerken alt metinlerini anlamaktansa keyfini çıkarmak, çünkü kolay kolay böyle bilim kurgu filmlerine rastlayamıyorsunuz. 

7.10.15

Ondskan(Evil)

Güç ve gücün beraberinde getirdiği şiddet , yönetim , duyarsızlaşma gibi birçok öğeyi merkezine alan Ondskan lise öğrencilerini araç olarak kullanıp toplumsal tabakalaşmaya eleştiri getiriyor.
Erik Ponti adlı sorunlu çocuk derslerinde oldukça başarılı olmasına rağmen okulda çıkardığı olaylardan ötürü okuldan atılır.Yaptığı en ufak hatada onu kemerle döven acımasız bir üvey babaya ve onu çok seven fakat korkak mizacı sebebiyle bu rezilliğe göz yuman bir öz anneye sahip olan Erik annesinin denkleştirdiği üç beş kuruşla yatılı okula yollanır. Okul hayatına devam edebilmesi için bu yatılı okul durumuna bir sene ayak uydurması gereken Erik uzatmaları oynadığının farkında olarak yatılı okul şartlarına uyum sağlamaya çalışır. Ancak yatılı okulun içindeki öğrenci tabakalaşması kast sisteminden daha insafsızdır. Erik kuralların etrafından uzun süre dolaşarak beladan uzak durmaya çalışır ancak içindeki güdünün sabır eşiği o kadar da yüksek değildir.


Jan Guillou ‘nun otobiyografik kitabından uyarlanmış filmdeki okul fazla ütopik bir imaj çizse de yazarın bu okulda okuduğu ve filmde geçenlerin büyük bir çoğunluğunun gerçekliğini değiştirmiyor.
2003 yılında “En İyi Yabancı Film” dalında adaylığı olan İsveç filmi şiddetin kullanımı ve fonksiyonları üzerine seyirciye oldukça acımasız davranıyor. Sürekli bir rahatsızlık hissiyatıyla izlediğiniz film yüzeysel bir liseli teröründen çok daha ötede…

Okul yönetiminden öğrencesine kadar sistematikleşmiş bir ağız birliği var ve tüm bunlar okulun yönetmeliklerine dayandırılarak meşru kılınıyor. Bu anlamda filmi izledikten sonra “şiddet” üzerine gündüz düşleri kurabilir ve arkadaş grubunuz arasında film üzerine uzun uzun tartışabilirsiniz.
Erik Ponti karakterini canlandıran Andreas Wilson ‘ ın muhteşem performansının filmin çıtasını yükselttiğini söyleyebilirim.Aynı şekilde çok iyi tasarlanmış sahneler ve kurgu da oldukça canınızı yakacak.



Ondskan, çıkış noktası bilindik olsa da olayların gelişimi ve örgüsü bakımında olduk orjinal ve dolu dolu bir film.Aynı zamanda filmleri yüzeysel olarak değerlendiren birisi için güzel bir çerez , derinlemesine karakter analizi ve alt metin sevenler için de değerli bir eser özelliği de taşıyor. Bu bakımdan her tip izleyiciye hitap etme özelliği taşıyan bu filmi her tipe tavsiye ederim.


1.10.15

Tabaklık (Sepicilik-Debbağlık)

Tabaklık benim ezelden beri ilgimi çeken bir meslektir. Günümüzde ölmüş olan tabakçılık özelikle İzmir Bergama’da oldukça meşhurmuş. Günümüzde kullandığımız parşömen denilen kağıt Bergama’dan yayılmış dünyaya. Zaten parşömen ismi de adını Bergama’dan almaktadır. 

Ben de bu ilgimden yola çıkarak bir arkadaşımın vasıtasıyla (arkadaşımın da dedesi aslında tabakçıymış ama iletişim kurmamı istemedi.) Bergam’daki son tabakçıyla iletişim kurabildimi kendisi de aslında işi bırakmış.Fakat İsmail abi sevdiği bu işi 50 yıl geçmiş olsa da yapmak istediğinden sıkça bahsediyor. Kendisi daha çok parşömen yapıp belirli mecralara satıyor. Artık bu meslek onun için daha çok keyif olmuş.



Tabakçılık mesleğinin içeriğine girecek olursak; Ham deriyi kullanılabilir hale getirmek için uygulanan işlemlerin tümüne tabaklama (sepileme) bu işi yapana da tabak ustası (sepici) denmektedir.Tabaklık, derinin kurumadan ve bozulmadan deriyi işleme terbiye etme zanaatının, sepiciliğin bir diğer adıdır.

İşlenen deriler giyim kuşam eşyaları başta olmak üzere pek çok yerde ürün olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanoğlunun ihtiyaçtan doğan avlanma ve avladığı hayvanın derisinden ve kemiğinden yararlanmasının tarihi kendi varlığı ile aynıdır. Birçok kaynak Mısır, Ege ve Anadolu uygarlıklarının dericilikte çok ileriye gittiklerini ve Alacahöyük’de yapılan kazılarda ortaya çıkan mağara resimlerinin, Anadolu’da dericiliğin tarihinin 9000 bin yıl öncesine dayandığını belirtmektedir. Türklerde dericiliğin gelişmesi göçer topluluk olmalarından dolayı olağandır. Dericilik, hayvancılıkla uğraşan kavimlerin ikinci mesleğidir. Orta Asya Türklerinde ve Osmanlı’da da dericilik günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir.

Anadolu topraklarının alüminyum bileşikleri ve bitkisel sepileme ürünleri yönünden çok zengin olması yani dericiliğin hammaddesinin bol ve zengin çeşitlilik göstermesi dericilik mesleğinin gelişmesini sağlamıştır. Bu bakımdan bitkisel tabaklamanın Anadolu’da doğduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Grek, Urartu, Hitit, Lidya, Frig, Doğu Roma uygarlığının uzantısı olan Bizanslılar, Persler, Asurlular gibi birçok uygarlığa beşiklik etmiş Anadolu topraklarında varolan dericilik mirasına, 1071 yılından sonra da Orta Asya dan gelen Türk kavimlerinin birikimi de eklenince dericilik Osmanlılar döneminde 16. yüzyılda doruğa çıkmıştır. Bu zanaatın doğudan batıya geçtiği söylenir.

DERİ NASIL İŞLENİR (TABAKLANIR)?

Herhangi bir amaçla öldürülen hayvanın yüzülen derisi canlı organizmadır. Kısa zaman içerisinde işlenmezse bozulur, kokar, atılacak hale gelir. İnsanoğlu bunu önlemek için yüzyıllar boyunca çeşitli yöntemler geliştirmiştir. Derinin bozulmasını önlemek için yapılan işlemlerin tümüne tabaklama dendiğini belirtmiştik. Tabaklamanın yapıldığı yerlere de tabakhane denmektedir.
Derinin işlenmesi iki türlü olup tabaklamada kullanılan malzeme ve uygulamaya göre yöresel değişiklikler gösterebilir. Derinin tuzlama işlemi bilinen ilk tabaklama işlerinden biridir. 

Deriler ya kılları alındıktan sonra ya da kıllı olarak iki şekilde tabaklanır. Kıl dökme işlemi ise kimyasalların kullanılmadığı dönemlerde deri ısıtılıp, nemlendirilerek bakterilerin oluşması için asılıp bekletilirdi. Deri yüzeyinde çürümenin başlamasıyla kıl kökleri de gevşeyerek dökülürdü. Diğer bir yöntem ise deriyi idrar içinde bekletmekti.

Derilerin kıllarının alınması için bir başka yöntem ise, küllü suda bekletmektir. Deriler üç gün küllü suda bekletilir. Kül, derinin kıllarını büyük oranda döker. Kalan tüyler ise kazıma bıçakları ile kazınarak alınır. Tekrar küllü suya atılır. İki gün bekletildikten sonra tekrar çıkarılır. Bol su ile ayak altına alınarak çiğnenir, yıkanır. Kazıma işi gerçekten çok zordur hele ki yaşlı bir insan için epeyce çok zor.



Diğer bir tabaklama işleminde ise, deri üzerindeki kirlerin temizlemesi için suya batırılıp yıkanır daha sonra bir tezgah üzerine gerilerek yapışık etler ve yağlar filo bıçağı denilen bir bıçak ile sıyrılarak kazınır. Bu işleme “etleme” denir. Deriler ortalama 1 metre derinliğindeki çukurlarda (kuyularda) meşe palamutu ve kireç karışımında bekletilerek yumuşatılır, yıkanır ve sonra kireç kuyularına tekrar atılır. Deriler kireçli suda yeteri kadar bekletilir,çıkarıldıktan sonra tekrar yıkanır. Deriler cinslerine göre bu kuyularda 3 aydan 24 aya kadar bekletilebilirler.

Eğer deri kösele olacaksa, iç tarafına alefi denilen karışım sürülür. Bu işlem için, kitre denilen bir bitki kökü ıslatılır, kabarınca koyu sahlep gibi bir hal alır. Karışım bir çuvala konularak süzülür. Bu sıvıya yeterince mermer tozu katılır. Bir miktar da sabun ve balık yağı ilave edilir. Deri hangi renk olacaksa o renkteki boya maddesi de katıldıktan sonra derinin iç tarafına bu karışım sürülerek kurutulur. Bu şekilde kurutulan kösele silindirden geçirilip satışa gider.
Özellikle Güneydoğu Anadolu tabakçılığında ise köpek dışkısı ile tabaklama yapılırdı. Tabaklar köpek dışkılarını fıçılarda su ile eritip derileri yumuşatmak için kullanırlardı. Köpek dışkısı derideki kirecin zararlı etkisini ortadan kaldırır ve aynı zamanda da deriye parlaklık kazandırırdı. 
Köpek dışkılarının özel toplayıcıları vardı. Bunlara sakatçı uşağı denirdi. Bu insanlar kollarına taktıkları sepetlerle yada sırtlarına küfe gibi bağladıkları gaz tenekeleriyle boş arazilerde köpek dışkısı ararlardı. Topladıkları köpek dışkılarını öğleden önce tabakhanelere yetiştirmek için birbirleri ile yarış ederlerdi.

Bu insanların dışkıyı tabakhanelere yetiştirme telaşından “tabakhaneye b..k mu yetiştiriyorsun, ne acelen var?“ deyimi ortaya çıkmıştır. 




24.9.13

Insurgentes : Steven Wilson

21. yüzyılın progresif rock dahisi olarak adlandırılan ( en azından benim için) Steven Wilson'un eşsiz albümü ve aynı adı taşıyan belgeseli olan "Insurgentes" çıkalı 5 yıl oluyor. Üzerinden çokça zaman geçmiş olmasına rağmen hem albümün hem de ona bağlı olarak belgeselin gerektiği ilgiyi ve değeri görmediği kanaatindeyim.
Albümdeki şarkılardan uzun uzun bahsedip her şarkıyı ayrı ayrı analiz etmek isterdim ancak o başka bir yazının konusu. Bu yazıda daha çok Steven amcanın belgeselinden ve değindiği konulardan bahsetmeye çalışacağım.
Insurgentes aslında Meksika'da uzunca bir cadde. Albüm kayıtlarının çoğunu Meksika'da yaptığı için bu ismi vermiş eserine. Albümde aynı zamanda bu ismi taşıyan müthiş bir şarkı da mevcut. Belgesel ise Meksika'dan çok Steven Wilson'ın çocukluğunda yaşadığı yerlerde, izlenimlerini anlatarak geçiyor ve
temel olarak teknolojinin sanat dünyasına olan sarsıcı etkilerinden dem vuruluyor ve bu düşüncesini görsellerle, hikayelerle gözler önüne seriyor. Sanatçıların ortaya koyduğu metaların teknolojinin de etkisiyle kötüye kullanıldığında açıkça söz ediyor. Bu konuda kendisine katılmamak mümkün değil. Mp3'lerin, Cd'lerin ilk etapta her kesimden insana ulaşmasında kolaylık sağladığının fakat insanların sanatı ufacık bir aletin içine sokarak değersizleştirdiğinden özenle bahsediyor belgeselinde. Bu kadar kolay ulaşılan, bir tıkla önümüze gelen bir şeyin değerini kolayca yitirdiğini söylemek pek mümkün görünüyor. Günümüzde insanların artık müzikleri yanında taşıma lüksü mevcut ve bu durum insanların şovcu yanlarını ortaya çıkarmasına neden oluyor. Artık insanlar sanata, müziğe odaklanmaktan çok dinlediği müzik üzerinden yüzeysel bir tatmin sağlama peşinde. Bu yüzden olacaktır ki Steven Wilson'ın belgeselde birçok kez Mp3 player ve Ipod parçaladığını görebiliyoruz.

Müziğin Mp3 formatına indirilme noktasında bahsedilen diğer bir husus da ; insanların sanatın içeriğine tam anlamıyla erişemedikleri, ilham alamadıkları, alıp albüm kapaklarına bakamadıkları, böylece müziğin bir anlamda da duygusuzlaştığından bahsediyor Steven. Kendi çocukluğunda bir şarkıyı dinlemek için belirli bir zamanın ve emeğin harcanması gerektiğinden şimdiki çocukların ise böyle bir durumlarının olmadığına dem vuruyor. Eskiden alternatiflerin az olması sebebiyle ele geçen bir plağın uzun süre dinlendiğini böylece her plağın ayrı ayrı bir ilham kaynağı olduğundan özellikle bahsediyor.  Bu durum aynı zamanda kapitalizmin müzik dünyasına vurduğu darbeyi de gözler önüne seriyor bir nevi. Albümleri satın almak onları hissetmek, o olgunluğa ulaşmak elbette güzel şeyler fakat günümüzde ekonomik şartların el vermediğine de parmak basılıyor belgeselde. Müziğin yozlaşması konusunda bahsedilen diğer bir konu ise; geçmişte çocukların kişiliklerini kazanmalarında, kendilerini ifade etmelerinde, ailelerine başkaldırı olarak müziğin etkisinin daha fazla olduğunun şimdi ise böyle bir durumun neredeyse yok olduğundan da kısaca bahsediliyor.

Belgeseldeki diğer ana konu ise aslında Steven'ın ta kendisi. Film boyunca kendisinin nerelerde yaşadığını, nerelerde zaman geçirdiğini ve nelerden ilham aldığını görebiliyoruz. Bir müzisyenin tanıtımı da oluyor aslında bizim için ve Steve'ın ne kadar dahi bir insan olduğunu bir kere daha anlıyoruz. 

Her müzikseverin kesinlikle izlemesi gereken bir belgesel Insurgentes. Steven Wilson'a bir kere daha hayran kalıyor ve 21. yüzyılda yaşamasına seviniyorum. Müzik için ortaya koydukları için de teşekkür ediyor ve kendisine saygılarımı iletiyorum.